Konuya evirip çevirmeden girmekte yarar var: Atatürk sofrayı severdi ama yemekle arası hiç yoktu. Yani moda deyişle ‘gurme’ değildi. Onun için sofra, bilgi alışverişinin yapıldığı bir toplantı yeriydi.
Atatürk’ün sofrasının en önemli özelliğiyle başlayalım: Yemek masasının bir kenarında kara tahta dururdu. Yemeğe katılanlar düşüncelerini bu kara tahtanın önünde tebeşirle bir şeyler çizerek ve yazarak anlatırlardı. Ayrıca her tabağın yanına bir not defteriyle kalem konurdu.
Atatürk’ün sofrası sadece Çankaya’da kurulmazdı. Dolmabahçe Sarayı’nda, Yalova’daki köşkte ve Florya Deniz Köşkü’nde de kurulan sofralar dillere destandı. Bu sofraların ana fikrini ünlü yazar Falih Rıfkı Atay şöyle özetlemişti: “Bu, bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları hatta düşmanlarıyla sohbet ve tartışma meclisiydi. Savaş ve devrim günlerinde meseleler konuşulduğu sırada hiç içmez veya pek az içerdi. Eski Osmanlı deyimiyle pek edepliydi.”
MUTLAKA KURU FASULYE VE PİLAV
Atatürk’ün akşam sofrasına gelmeden önce diğer öğünlerine de bir göz atalım. 1931-1935 arasında köşkün aşçılığını yapan Halit Atay’a göre kahvaltıda favori yemeği, iki yumurtalı beyaz peynirli omletti. Genellikle kahvaltısı çok sadeydi. Bir bardak soğuk ayran eşliğinde yediği bir dilim ekmek çoğu zaman güne başlaması için yeterli olurdu. Kahvaltıdan sonra koltuğuna çekilir, sigarasının eşliğinde sütlü kahvesini içerken gazeteleri okurdu. Atatürk koyu bir sigara tiryakisiydi. Günde üç pakete yakın sigara içtiği söylenir. Bu sigaralara da 15 fincan kahve eşlik ederdi.
Öğle yemekleri de kahvaltı kadar sadeydi. Genellikle kuru fasulyeyle pilav yerdi. En sevdiği yemek bu ikiliydi. Bu sevgisini “askerden kalma bir alışkanlık” diye açıklardı soranlara. Fasulyeyi her öğün yiyebilirdi. Gece yarısı, sabaha karşı, öğle ve akşam. Onun için mutfakta fasulye tenceresi eksik olmazdı. Arada bir de karnıyarığı veya etli taze bamyayı, pilavla karıştırarak yediği olurdu. Tabii yanında yoğurdu eksik etmezdi. Çok sık olmamakla birlikte arada bir ıspanaklı börek ısmarlardı. Bu börek ona annesini ve Selanik’teki çocukluğunu hatırlatırdı. Böreğin yanında mutlaka soğuk ayran içerdi.
Koca Atatürk, böylesine mütevazı bir damağa sahipti. Akşam sofrasıysa başlı başına bir olaydı. Bu masada her akşam düşünürler, yazarlar, sanatkârlar, bilim insanları, siyasetçiler, diplomatlar, yakın dostları yer alırdı. Bir de bu sofranın değişmeyen demirbaşları vardı: Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Hasan Cemil Çambel, Yunus Nadi, Hazım Onat, Necmi Dilmen, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dr. Reşit Galip, İbrahim Grantay, Salih Bozok, Şükrü Kaya, Kılıç Ali bunlardan bazılarıydı.
Sofrayı şef garson İbrahim Ergüven hazırlardı. İşin en zor yanı buydu. Çünkü Atatürk sofra düzeni konusunda çok titizdi. Kılıç Ali onun bu titizliğini şöyle anlatıyordu: “Sofranın çok muntazam olmasını isterdi. Sofranın örtüsünde, tabaklarda, çatal bıçaklarda, bir çarpıklık olursa bizzat düzeltir; ondan sonra sofraya otururdu.”
AKŞAM SOFRALARI UZUN SÜRERDİ
Akşam sofrası, Atatürk’ün hoş geldin konuşması ve kadeh kaldırmasıyla başlıyordu. En sevdiği içki, meşe fıçıda hafif sararıncaya kadar dinlendirilmiş rakıydı. Bu rakı onun için özel olarak damıtılırdı. Rakıyı yudum yudum, keyfini çıkara çıkara içerdi. Sofranın olmazsa olmazı sarı leblebi mutlaka iyi fırınlanmış olmalıydı. Mutfaktaki tavalarda ısıtıldıktan sonra servis edilirdi. Yoğurt, limonlu fava, üstüne zeytinyağı gezdirilmiş haşlanmış kuşkonmaz da masadan eksik olmayan mezeler arasındaydı.
Enginarı hiç yememişti. Hastalığının ilerlediği bir dönemde bu sebzenin karaciğere iyi geldiğini öğrenince pişirilmesini istedi. Ama maalesef ki bu siparişten kısa bir süre sonra komaya girdiği için enginarın tadını hiç öğrenemedi.
Akşam sofrası genellikle gecenin ilerleyen saatlerinde son bulurdu. Bazen günün ilk ışıklarına kadar sürdüğü de olurdu. Sabah sona eren akşam sofrasından kalkarken “Arkadaşlar, hükümet uyandı hadi biz artık yatalım” dediği rivayet olunur.
DİMİTRİPOLO ŞİŞELERİ
Sabaha kadar süren sofralardan birini Cemal Granda şöyle anlatır: “O gece yemek sabahın beşine kadar devam etmişti. Çokluk geceler böyle olur, meclisin horozlar öterken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden Atatürk de sabah saat beşten önce yatağa giremezdi. Saat 11’den sonra hava serinlediği için misafirler birer ikişer balkondan içeri girmeye başladılar. Masanın üzerinde boşalmış Dimitripolo şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan Dimitripolo’dan Atatürk de arada bir yarım kilo içerdi.”
Atatürk gerçek bir insan olduğu için saklanmadan, gizlenmeden eğlenmesini de çok severdi. İstanbul’dayken gecenin geç saatlerinde, bazen Beyaz Rus Madam Vera’nın Beyoğlu’ndaki Rose Noire adlı gece kulübüne ya da Garden Bar’a giderdi. Bir seferinde masasına gelen Madam Vera, zor durumda olduğunu belirtip bankanın kendisine kredi vermediğinden yakındı. Atatürk, ortağı olduğu İş Bankası yönetimine bir not yazıp bu sorunun çözülmesini istedi. Ertesi gün fısıltı gazetelerinin manşetlerinde “Atatürk fahişelere kredi dağıtıyor” başlıkları atıldı. Aslında İş Bankası, Atatürk’ün notuna rağmen Madam Vera’ya o krediyi vermemişti.
YEMEKLE ARASI ÇOK İYİ DEĞİLDİ
Atatürk’ün sofrasına birçok eli kalem tutan kişi katılmışsa da, yazılan anılarda yenen yemeklerden pek söz edilmemiştir. Hemen herkes bu sofraların politik yanını vurgulamıştır. Onun için bu ünlü sofraların üstüne konan tabakların içindeki yemekler hakkında ayrıntılı bilgi bulmak kolay değildir.
Yazıyı özetlersek: Atatürk’ün sofrasında krallara layık yemekler bulunmazdı. Atatürk’ün yemekle arası da iyi değildi ve masadan yarı aç kalkardı. Tam bugünkü diyetisyenlerin önerdiği gibi.
Bugün rakınızı sarı leblebi eşliğinde içmeniz dileğiyle.
Konstantin İzmir’i niye aldı?
Atatürk’ün rakıyla ilişkisine dair anekdotlar boldur. Falih Rıfkı Atay’ın aktardığı İzmir anısı da bunların en bilinenlerinden biri. Atay’a göre Atatürk, yanında subaylar olmadan tek başına İzmir’i gezmeye çıkmış. Devrin ünlü oteli Kramer’e gitmiş. Otelin lokantası bir hayli kalabalıkmış. Garsonlar tek başına gördükleri Mustafa Kemal’i başta tanıyamamışlar ve yer olmadığını söylemişler. Sonra içeridekilerden biri tanıyınca ortalığı bir telaş almış ve hemen Atatürk’e terasın baş köşesinde yer hazırlanmış. Atatürk rakısını söylemiş. Bir süre güneşin batışını izlemiş. Sonra yanında bekleyen Rum şefe sormuş:
- Kral Konstantin bu otele gelir miydi?
- Gelirdi paşam.
- Güneşin batışını izleyerek rakı içer miydi?
- Hayır paşam.
- Peki o zaman neden İzmir’i almak istemiş ki!
Uşağının anıları
Kitabın adı ‘Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri’... Atatürk’ün uşağının adıysa Cemal (Çelebi) Granda. 1927’nin temmuz ayından ölüm tarihi olan Kasım 1938’e kadar 12 yıl Atatürk’ün sofracılığını yapan Granda’nın anıları bizim söylediklerimizi de doğrular nitelikte: “Yemeğe pek düşkün değildi. Ağırlıklı olarak çerez yerdi. Meyveye ise dönüp bakmazdı bile.” Gazi ve rakıyla ilgili tespitiyse şöyle: “Rakı ile olan muhabbeti bilinir. Türk geleneksel siyasetçileri gibi ne içtiğini ne yediğini saklamamıştır kamuoyundan. Bu konuda hiç ikiyüzlü olmamıştı.”

Kaynak: 
Hürriyet

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.